 |
Balkonumdan: Rüzgarlı günlerde yelkenler fora... |
Bir Ege kıyısında
yaşamayı çocukluğumdan beri isterdim. Aydın’da doğdum, ama daha 5 yaşındayken
oradan ayrılmıştık. Babam İş Bankası’nda çalışıyordu ve tayinler yüzünden
çocukluğum hep Anadolu şehirlerinde geçmişti. Bizim kuşağın çocukluğu şimdiki
çocukların, gençlerin yaşam tarzından çok farklıydı. O yıllar dünya çok
büyüktü. Bir tuşla binlerce kilometre uzağa gidebilen sanal oyuncaklarımız
yoktu. Doğru dürüst izleyebildiğimiz dergilerimiz bile yoktu. En okumak
istediğimiz dergiyi yurtdışından getirtmek için ancak yurt dışına gitmek ya da
yolumuz büyük şehirlere düşerse oradaki kitapçılardan arayıp bulmak
gerekiyordu, ki o da mucize demekti. Dünyayla tek bağlantımız pen-friend
club’lar, ya da pen-pal club’lardı. Bir yerlerden, pen-friend ilanlarımızı
ücretsiz yayınlayan bir dergi adresi bulup, iki üç cümleyle kendimizi tanıtan
ve ne istediğimizi anlatan bir metin yazıp postalar, sonra da haftalarca, aylarca
oturup ilanımızı okuyan birinden mektup beklerdik. İlanlar da genellikle “I’m a
boy from Turkey at the age of 15. My hobbies are post-card and stamp
collection, music and travelling. I want to correspond with girls in your country.
My address is ...” formatındaydı ve en sık yazdığımız adres de, “International
Pen-Friend Club, Turku, Finland” idi. Archie Comic Book da yayınlardı mektuplaşma
ilanlarını, bu bir Amerikan çizgi-roman dergisiydi. Üstelik bu dergiyi hiç
görmemiş, sadece adresini abimden edinmiştim. Ben bolca da, nereden bulduysam,
bazı İsveç gazetelerine yazardım. Bir tanesi Dagens Nyheter’di bunların...
Bu mektuplaşma
ilanlarımıza Avrupa’dan, Amerika’dan, Jamaika, Bermuda, Bahamalar, hatta
Afganistan, Pakistan gibi ülkelerden onlarca mektup gelirdi. Aslında herkesin
derdi dünyayı tanımaktı. Yazdığımız mektuplara haftalarca cevap bekler, sonra
hemen kağıt, kalem ve sözlüğü önümüze alır, cevap yazar, güzelce zarfa koyup
pulunu yapıştırır, postaya verirdik. Avrupalıların, Amerikalıların da hayatları
kendi kentlerine, ülkelerine sıkışmıştı. Uluslararası trafik çok azdı. En fazla
seyahat edenler hippilerdi. Amerika’dan, Avrupa’dan pılı pırtılarını toplar,
Sultanahmet üzerinden Nepal’e, Hindistan’a giderlerdi. 1960’ların sonları,
70’lerin başlarından söz ediyorum. Bunların haberlerini gazetelerden, biraz da
o ilk çıkan Hey dergilerinden okurdum. Turizm, batı ülkelerinde bile bugünkü
kadar gelişmiş değildi. İşte o mektuplarla en fazla arkadaşlık yaptığım
çocuklar Karaibler’den yazanlardı. Tyiece Simpson isimli bir kız vardı,
Kingston-Jamaika’dan. Onunla 3-4 yıl mektuplaşmıştık, bana onlarca deniz
manzaralı kartpostallar göndermişti. California’dan da çok arkadaşım ve kartpostalım
vardı.
O yıllarda
kolleksiyonculuk diye, hobi diye bir şey vardı. Birçok çocuk pul, kartpostal,
eski para, kibrit kutusu, gazoz kapağı, sigara kutusu/paketi, sakızlardan çıkan
hayvan fotografları, futbolcu fotografları biriktirir, eksiklerini tamamlamak
için arkadaşlarıyla değiş-tokuş ederdi. Ben bunların hepsini yapardım, bir de Hürriyet
Gazetesi’nde hergün yayınlanan Güngörmüşler ve Fatoş çizgi dizilerini keser,
ciltlerdim. Ama en çok kartpostala meraklıydım. O yıllarda bayramlarda,
yılbaşlarında, hatta kısa mesajlar için insanlar birbirlerine kartpostal
gönderirdi. Babam banka müdürü olduğu için müşterilerden de çok posta gelirdi,
bunları çöpe gideceğine ben alırdım. O yüzden Türkiye’den de çok kartpostalım
vardı. En çok da İzmir ve çevresindendi. Bu Ege manzaralı kartlar da deniz özlemi yaratıyordu.

Ama deniz
tutkumda, Halikarnas Balıkçısı’nı okumak denizli kartpostallardan daha
etkiliydi. Galiba 1971’de Milliyet Yayınları’nın çıkardığı “Ege’den” kitabı,
Balıkçı’dan ilk okuduğum kitaptı. Onun arkasından da, Bilgi’den “Mavi Sürgün”ü, "Aganta Burina Burinata"yı ve galiba 1972’de Hürriyet Yayınları’ndan Balıkçı’nın son kitabı “Hey Koca
Yurt”u okumuştum. Balıkçı beni öylesine sarmıştı ki, 1973'te öldüğünde Milliyet Sanat
Dergisi’nin kapağında yayınlanan resmi hiç aklımdan çıkmadı (o yıllarda
Milliyet Sanat Dergisi, Milliyet’in ücretsiz eki olarak haftada bir yayınlanırdı).
Halikarnas Balıkçısı’nı okuyup da Ege’ye, denize, Bodrum’a vurulmamak mümkün
mü... O yıllara kadar Anadolu’da birçok yeri dolaşmıştık, fakat hiçbirine,
1974’te Urla’ya tayin olduğumuzu öğrendiğim zamanki kadar sevinmemiştim. O
sırada Ermenek’teydik ve Urla’ya tayin olunca, daha büyük bir şube
beklediği için üzülmüştü. Bense “Güzel İzmir” diye sevinerek, babamı bir kez
daha hayal kırıklığına uğratmıştım!
Uzun yıllar Urla’da yaşamış, belki en güzel
yıllarım diyebileceğim üniversite dönemimi de Ege Üniversitesi’nde geçirmiştim. Ege
mitolojisini ilk kez lise yıllarımda okumuştum (Buna “Yunan mitolojisi”
diyemiyorum, ama milliyetçilik gibi bir kaygıdan değil, bu mitolojinin Ege
topraklarında ya da o zamanki ismiyle İyonya’da doğmasından ötürü. Zaten
İyonyalıların bir kısmı Girit’e göçünce de bugünkü Yunanistan’ın, ya da
“İyonistan”ın temeli atılmıştı, ki Yunanistan’a bizden başka Yunanistan diyen
de yok zaten. Bütün dünya "Greece" diyor, kendileri de "helen"den dolayı "Hellas". Bu konuya başka bir yazıda girerim belki. İyonya hakkında bilgi için https://tr.wikipedia.org/wiki/İyonya sitesine bakılabilir. Yani aslında Yunanistan'a Yunanistan denmesini de yadırgıyorum, çünkü kelimenin kökeni "İon", ki o da Anadolu'daki Ege topraklarını içerir).
Urla’ya yerleşir
yerleşmez sık sık 2,5 km mesafedeki İskele’ye yürür, Rebecca Restoran’nın
ilerisindeki dalgakıranın kayaları üstüne oturur, denizi, martıları, uzaktan
geçen gemileri seyrederdim. Rebecca Urla'da yaşayan bir Rum kadındı, ki aslında "Rum"u da yanlış kullanıyoruz ya, o da ayrı konu... Meyhanesi, İskele'nin en güzel yerindeydi. Urla’ya taşındığımızda
lise 3’te ikmal imtihanlarımı vermiş, mezun olmuş, üniversite sınavlarına
girmiş, 1974’te Ege Üniversitesi Ön Lisans Pazarlama Yüksek Okulu’nu kazanmıştım.
Ön Lisans okulları ilk o yıl açılmıştı ve iki yıllık okullardı. Hergün
Urla’dan Konak’a kadar dolmuşla gidiyor, oradan, sahilden yürüyerek Pasaport,
Alsancak Meydanı, Kordon ve İkinci Kordon’da, İzmir Sineması’nın ve meşhur
Ömerağa’nın karşısındaki İktisat Fakültesi binasına yürüyordum, ki burası sonradan 9 Eylül
Üniversitesi Rektörlüğü oldu. Bazan Pasaport’ta kahvede oturup mis
gibi yosun kokan denizi, balıkçı teknelerini, yük gemilerini, martıları
seyrederek, çay, simit ve bir dilim İzmir tulum peyniriyle kahvaltı yapıyordum.
 |
İnciraltı Yurtları. Ben sol taraftaki mavi işaretli 8. Blok'taydım. |
Okul iki yıllıktı
ama ben çok iyi dereceyle mezun olup, yeniden üniversite sınavına girmeden
İktisat Fakültesi’ne geçmiştim. Böylece Ege Üniversitesi yıllarım devam
ediyordu. Bizim gençlik yıllarımız bugünün “Gezi Gençliği”nden farksızdı. Sürekli çatışmaların, boykotların, mitinglerin içindeydik, ama ben sakin günlerde fırsat bulduğum zaman Kordon’a koşar, deniz kenarında
uzun uzun yürür, hayallere dalardım. Zaten fakülteye başlayınca Urla’daki evden
ayrılıp, İnciraltı’nda deniz kenarındaki yurda geçmiştim. O arada babam emekli
olmuştu ve annemle birlikte Istanbul’daki evimize taşınmışlardı. Ben de artık
üç-dört haftada bir Truva veya Ankara feribotuyla İzmir-Istanbul arasında gidip
gelmeye başlamıştım. Öğrenciydim fakat o günlerde bu feribotların en alt kamara
bilet fiyatları ödeyebileceğim bir düzeydeydi.
Bu feribot
yolculuklarım da bir alemdi. Saat 14’de kalkar, ertesi sabah 10’da limana
girerdik. Bilet her zaman bulunmazdı ama ilk yolculuklarımda farketmiştim ki,
alt kamaralara yolcu almıyorlardı ve feribotta boş yer olduğu halde bilet yok
diyorlardı. Ben de o zaman feribota kaçak biner, gizlice en aşağı katta
bulduğum boş bir kamaraya girer uyurdum. Gündüzleri ise diğer yolcular gibi
salonda eğlenmek, çay kahve sohbeti yapmak yerine, ön ya da arka güverteye
çıkar, rüzgara karşı denizi seyreder, kendi kendime şarkılar mırıldanırdım.
Sonra Ege
Üniversitesi yılları bitti, babamı kaybettim, Istanbul’a geldim, annemin desteklemesiyle Istanbul
Üniversitesi’nde master yaptım, doktoraya başladım, bu arada iş bulmam
gerekiyordu, İş Bankası İktisadi Araştırmalar Müdürlüğü’nü kazanınca 1982’de Ankara’ya
geldim.
Ankara’dayken de
Ege hep aklımdaydı ama Türkiye’nin ekonomik olarak çok zor yıllarıydı, fazla
gezemiyordum, zaten artık sadece yılda bir ay tatilim vardı. Doktora
çalışmaları yüzünden onu da fazla kullanamıyordum. Müdürlükteki iş yükü ve önceliğin
üst düzey çalışanlara verilmesi nedeniyle izin tarihlerini seçme özgürlüğüm de
yoktu. Ben de izin alabildiğim zamanları Avrupa’yı gezmekle değerlendirmeye
başladım. Çok da iyi oldu. Çünkü başka ülkeleri görmek hem dünyamı
genişletiyor, hem de o kültürleri tanıma fırsatı veriyordu. Zaten müzik
tutkum, dünyayı gezme merakımı besleyen en önemli faktör olmuştur hep.
Bankadaki son
yıllarım yaklaşırken hem rutin işlerin verdiği bıkkınlık, hem de “çalış çalış,
nereye kadar” sorusuna mantıklı bir cevap olmaması, Ege hayallerimi iyice
depreştirmişti. 1999’da banka Istanbul’a taşınınca, Istanbul’a yerleşmiştim. Önceleri
Çiçek Pasajı’nda, Nevizade Sokak’ta, genellikle Beyoğlu tarafında eğlenceli
günler geçirsem de, 2000'lere gelince, artık Istanbul’un çekiciliği azalmaya
başlamıştı. Zaten devletin, kendimi bildim bileli şehircilik hakkında zerre
kadar bilgisi olmayanlar tarafından yönetilerek, Istanbul’u her geçen gün
çirkinleştirmesi, yaşamayı zorlaştırıyordu. Örnek mi... Aşağıda İstiklal Caddesi'nin 2000'lerin başında çektiğim bir fotografı var. Bugün o ağaçlar yok!
 |
İstiklal Caddesi, Beyoğlu |
Istanbul’un,
denizi olsa da, çelik ve cam siluetli yeni hali beni hiçbir zaman çekmedi.
Emeklilik için yedi yıl daha çalışmam gerekiyordu. Artık, son günlerimi iple
çekerek ve Ağustos 1999-Mart 2007 arası için yaptığım çizelgeye her ay biz
çentik daha atarak, tıpkı askerde şapka içine atılan şafak çentikleri gibi,
Mart 2007’yi de bitirdim.
Hayatımın ilk 25 yılı çocukluk, gençlik ve öğrencilikle, ikinci 25
yılı çalışmakla geçmişti, kaldıysa bir 25 yıl daha, o da kendim için
geçmeliydi. Devamı gelirse, o da piyango olurdu! O ilk 25 yılın alternatifi
yoktu ve geleceğe yatırımdı. İkinci 25’lik İş Bankası’nda ekonomist olarak,
saçma sapan ekonomisi olan bir ülke için, hiçbir zaman doğru olduğuna inanmadığım istatistik bilgileriyle makro ekonomik projeksiyonlar yapmak,
piyasa araştırmaları yazmak, kimsenin okumadığı ve daha yayınlandığı anda
eskimiş raporlar hazırlamak, uyduruk piyasa verileriyle piyasa analizleri
yapmak, ekonomiden anlamayan yöneticilere dert anlatmakla geçmişti.
 |
Önde Levent, arkada da gökdelenleriyle Maslak |
Kaldı ki çalıştığım ortamdan da mutlu değildim. Tamamen metal, cam ve
çimentodan ibaret, yüz milyonlarca dolara mal olmuş koca koca plazalar bana çok
soğuk geliyordu. Üstelik plansızlık, bu sözümona modern yapılarda da kendisini
gösteriyordu. Levent’te, üç binden fazla kişinin çalıştığı İş Kuleleri’nde, kaldırıma park etmiş Jaguar’lar Mercedes’ler gördüğümü hatırlarım. Öğlen yemeği sonrasında kalan üç beş dakikada temiz hava almak için bahçeye
çıkmaya kalksak, temiz hava bulmak bir yana, projede yeterli yeşil alan düşünülmediği için, üç bin kişi, her tarafı kaldırım taşı döşeli üç yüz metrekarelik “bahçe”yle yetinmek zorunda
kalıyorduk!
 |
Bankada 28. kattaki odamdan Taksim'e doğru |
Bir gün Kule Çarşı’daki kitapçıya imza günü için Mehmet Altan
gelmişti. Bahçenin halini görünce, “bu ne biçim bahçe yahu, sanki hapishane
avlusu, herkes volta atıyor” demişti. Oysa Avrupa’da, Amerika’da büyük
şirketler piknik alanı gibi yeşil alanlara kuruluyorlar! Bahçeden sıkılıp
yukarı çıktığımda da, 28. katta, kirli çatıların, tuhaf gökdelenlerin, her zaman puslu ufkun içinde gri bir boğaz manzarasıyla idare ediyordum.
 |
Annem kahvaltıda keyif çayını içiyor. |
Bankacılıktan o kadar bunalmıştım ki, gelirimin en yüksek olduğu son
yıllarda, artık o gelir bile beni kararımdan vazgeçirememişti, 50. yaşıma
yaklaşırken, üçüncü 25’liğin istediğim gibi geçmesi için artık Bodrum’a
“merhaba” diyebilirdim. Çalışırken yıllık izinlerimde annemin dişinden tırnağından
artırarak taksitlerini tamamladığı Gümüşlük’teki yazlığına gidiyordum. Bodrum’u
ne kadar sevsem de, ilk yıllarda evin ve bahçenin o kadar çok işi vardı ki,
buranın oturulabilir hale getirilebileceğini aklım kesmiyordu. Gene de ev yavaş
yavaş düzene girdi.
 |
Gümüşkaya manzarası |
2003’te bankadaki 25 yılımı doldurunca hemen emeklilik dilekçemi verdim.
Ama herşeye rağmen yıllarca yaşayıp alışkanlık kazandığım bir kentten ayrılmak
da o kadar kolay değildi. Ben de Nisan’dan Eylül’e Bodrum'da yaşamaya başladım. Kalan
altı ay Istanbul’daydım, fakat orada da fazla kalmıyordum aslında. Çünkü emekli
olurken bir amacım da dünyayı gezmekti Ayrılır ayrılmaz önce Yemen’e gittim,
arkasından İran, Suriye, Butan, Tibet, Nepal, Hindistan, Küba, Polonya,
Ukrayna, Vietnam, daha bir sürü yeri gezmeye başladım ( bu gezilerle ilgili gezi notlarım http://leventvarlik.blogspot.com sayfasında). Yurtdışı
gezilerimi büyük ölçüde Ekim’den sonra yaptığım için aslında Istanbul’da
kaldığım süre 3-4 ayı geçmiyordu. Zamanla, ara sıra kışları da kısa gidişlerim
olmaya başladı ve Istanbul’u tasfiye etmeye başladım. Bodrum’un mavisi,
çevresindeki tarih dokusu, Ege insanının uygarlığı, otları, mutfağı, havası,
suyu, denizi, güneşi, mis kokusu, yavaşlığı, sakinliği, iyice çekti beni
içine... Zaten gönlüm de vardı… Böylece, artık Bodrumlu olmuştum!