![]() |
| Balkonumdan: Rüzgarlı günlerde yelkenler fora... |
Bu mektuplaşma
ilanlarımıza Avrupa’dan, Amerika’dan, Jamaika, Bermuda, Bahamalar, hatta
Afganistan, Pakistan gibi ülkelerden onlarca mektup gelirdi. Aslında herkesin
derdi dünyayı tanımaktı. Yazdığımız mektuplara haftalarca cevap bekler, sonra
hemen kağıt, kalem ve sözlüğü önümüze alır, cevap yazar, güzelce zarfa koyup
pulunu yapıştırır, postaya verirdik. Avrupalıların, Amerikalıların da hayatları
kendi kentlerine, ülkelerine sıkışmıştı. Uluslararası trafik çok azdı. En fazla
seyahat edenler hippilerdi. Amerika’dan, Avrupa’dan pılı pırtılarını toplar,
Sultanahmet üzerinden Nepal’e, Hindistan’a giderlerdi. 1960’ların sonları,
70’lerin başlarından söz ediyorum. Bunların haberlerini gazetelerden, biraz da
o ilk çıkan Hey dergilerinden okurdum. Turizm, batı ülkelerinde bile bugünkü
kadar gelişmiş değildi. İşte o mektuplarla en fazla arkadaşlık yaptığım
çocuklar Karaibler’den yazanlardı. Tyiece Simpson isimli bir kız vardı,
Kingston-Jamaika’dan. Onunla 3-4 yıl mektuplaşmıştık, bana onlarca deniz
manzaralı kartpostallar göndermişti. California’dan da çok arkadaşım ve kartpostalım
vardı.
O yıllarda kolleksiyonculuk diye, hobi diye bir şey vardı. Birçok çocuk pul, kartpostal, eski para, kibrit kutusu, gazoz kapağı, sigara kutusu/paketi, sakızlardan çıkan hayvan fotografları, futbolcu fotografları biriktirir, eksiklerini tamamlamak için arkadaşlarıyla değiş-tokuş ederdi. Ben bunların hepsini yapardım, bir de Hürriyet Gazetesi’nde hergün yayınlanan Güngörmüşler ve Fatoş çizgi dizilerini keser, ciltlerdim. Ama en çok kartpostala meraklıydım. O yıllarda bayramlarda, yılbaşlarında, hatta kısa mesajlar için insanlar birbirlerine kartpostal gönderirdi. Babam banka müdürü olduğu için müşterilerden de çok posta gelirdi, bunları çöpe gideceğine ben alırdım. O yüzden Türkiye’den de çok kartpostalım vardı. En çok da İzmir ve çevresindendi. Bu Ege manzaralı kartlar da deniz özlemi yaratıyordu.
Ama deniz
tutkumda, Halikarnas Balıkçısı’nı okumak denizli kartpostallardan daha
etkiliydi. Galiba 1971’de Milliyet Yayınları’nın çıkardığı “Ege’den” kitabı,
Balıkçı’dan ilk okuduğum kitaptı. Onun arkasından da, Bilgi’den “Mavi Sürgün”ü, "Aganta Burina Burinata"yı ve galiba 1972’de Hürriyet Yayınları’ndan Balıkçı’nın son kitabı “Hey Koca
Yurt”u okumuştum. Balıkçı beni öylesine sarmıştı ki, 1973'te öldüğünde Milliyet Sanat
Dergisi’nin kapağında yayınlanan resmi hiç aklımdan çıkmadı (o yıllarda
Milliyet Sanat Dergisi, Milliyet’in ücretsiz eki olarak haftada bir yayınlanırdı).
Halikarnas Balıkçısı’nı okuyup da Ege’ye, denize, Bodrum’a vurulmamak mümkün
mü... O yıllara kadar Anadolu’da birçok yeri dolaşmıştık, fakat hiçbirine,
1974’te Urla’ya tayin olduğumuzu öğrendiğim zamanki kadar sevinmemiştim. O
sırada Ermenek’teydik ve Urla’ya tayin olunca, daha büyük bir şube
beklediği için üzülmüştü. Bense “Güzel İzmir” diye sevinerek, babamı bir kez
daha hayal kırıklığına uğratmıştım!
Uzun yıllar Urla’da yaşamış, belki en güzel
yıllarım diyebileceğim üniversite dönemimi de Ege Üniversitesi’nde geçirmiştim. Ege
mitolojisini ilk kez lise yıllarımda okumuştum (Buna “Yunan mitolojisi”
diyemiyorum, ama milliyetçilik gibi bir kaygıdan değil, bu mitolojinin Ege
topraklarında ya da o zamanki ismiyle İyonya’da doğmasından ötürü. Zaten
İyonyalıların bir kısmı Girit’e göçünce de bugünkü Yunanistan’ın, ya da
“İyonistan”ın temeli atılmıştı, ki Yunanistan’a bizden başka Yunanistan diyen
de yok zaten. Bütün dünya "Greece" diyor, kendileri de "helen"den dolayı "Hellas". Bu konuya başka bir yazıda girerim belki. İyonya hakkında bilgi için https://tr.wikipedia.org/wiki/İyonya sitesine bakılabilir. Yani aslında Yunanistan'a Yunanistan denmesini de yadırgıyorum, çünkü kelimenin kökeni "İon", ki o da Anadolu'daki Ege topraklarını içerir).
Urla’ya yerleşir
yerleşmez sık sık 2,5 km mesafedeki İskele’ye yürür, Rebecca Restoran’nın
ilerisindeki dalgakıranın kayaları üstüne oturur, denizi, martıları, uzaktan
geçen gemileri seyrederdim. Rebecca Urla'da yaşayan bir Rum kadındı, ki aslında "Rum"u da yanlış kullanıyoruz ya, o da ayrı konu... Meyhanesi, İskele'nin en güzel yerindeydi. Urla’ya taşındığımızda
lise 3’te ikmal imtihanlarımı vermiş, mezun olmuş, üniversite sınavlarına
girmiş, 1974’te Ege Üniversitesi Ön Lisans Pazarlama Yüksek Okulu’nu kazanmıştım.
Ön Lisans okulları ilk o yıl açılmıştı ve iki yıllık okullardı. Hergün
Urla’dan Konak’a kadar dolmuşla gidiyor, oradan, sahilden yürüyerek Pasaport,
Alsancak Meydanı, Kordon ve İkinci Kordon’da, İzmir Sineması’nın ve meşhur
Ömerağa’nın karşısındaki İktisat Fakültesi binasına yürüyordum, ki burası sonradan 9 Eylül
Üniversitesi Rektörlüğü oldu. Bazan Pasaport’ta kahvede oturup mis
gibi yosun kokan denizi, balıkçı teknelerini, yük gemilerini, martıları
seyrederek, çay, simit ve bir dilim İzmir tulum peyniriyle kahvaltı yapıyordum.
![]() |
| İnciraltı Yurtları. Ben sol taraftaki mavi işaretli 8. Blok'taydım. |
Bu feribot
yolculuklarım da bir alemdi. Saat 14’de kalkar, ertesi sabah 10’da limana
girerdik. Bilet her zaman bulunmazdı ama ilk yolculuklarımda farketmiştim ki,
alt kamaralara yolcu almıyorlardı ve feribotta boş yer olduğu halde bilet yok
diyorlardı. Ben de o zaman feribota kaçak biner, gizlice en aşağı katta
bulduğum boş bir kamaraya girer uyurdum. Gündüzleri ise diğer yolcular gibi
salonda eğlenmek, çay kahve sohbeti yapmak yerine, ön ya da arka güverteye
çıkar, rüzgara karşı denizi seyreder, kendi kendime şarkılar mırıldanırdım.
Sonra Ege Üniversitesi yılları bitti, babamı kaybettim, Istanbul’a geldim, annemin desteklemesiyle Istanbul Üniversitesi’nde master yaptım, doktoraya başladım, bu arada iş bulmam gerekiyordu, İş Bankası İktisadi Araştırmalar Müdürlüğü’nü kazanınca 1982’de Ankara’ya geldim.
Ankara’dayken de
Ege hep aklımdaydı ama Türkiye’nin ekonomik olarak çok zor yıllarıydı, fazla
gezemiyordum, zaten artık sadece yılda bir ay tatilim vardı. Doktora
çalışmaları yüzünden onu da fazla kullanamıyordum. Müdürlükteki iş yükü ve önceliğin
üst düzey çalışanlara verilmesi nedeniyle izin tarihlerini seçme özgürlüğüm de
yoktu. Ben de izin alabildiğim zamanları Avrupa’yı gezmekle değerlendirmeye
başladım. Çok da iyi oldu. Çünkü başka ülkeleri görmek hem dünyamı
genişletiyor, hem de o kültürleri tanıma fırsatı veriyordu. Zaten müzik
tutkum, dünyayı gezme merakımı besleyen en önemli faktör olmuştur hep.
Bankadaki son
yıllarım yaklaşırken hem rutin işlerin verdiği bıkkınlık, hem de “çalış çalış,
nereye kadar” sorusuna mantıklı bir cevap olmaması, Ege hayallerimi iyice
depreştirmişti. 1999’da banka Istanbul’a taşınınca, Istanbul’a yerleşmiştim. Önceleri
Çiçek Pasajı’nda, Nevizade Sokak’ta, genellikle Beyoğlu tarafında eğlenceli
günler geçirsem de, 2000'lere gelince, artık Istanbul’un çekiciliği azalmaya
başlamıştı. Zaten devletin, kendimi bildim bileli şehircilik hakkında zerre
kadar bilgisi olmayanlar tarafından yönetilerek, Istanbul’u her geçen gün
çirkinleştirmesi, yaşamayı zorlaştırıyordu. Örnek mi... Aşağıda İstiklal Caddesi'nin 2000'lerin başında çektiğim bir fotografı var. Bugün o ağaçlar yok!
| İstiklal Caddesi, Beyoğlu |
Hayatımın ilk 25 yılı çocukluk, gençlik ve öğrencilikle, ikinci 25
yılı çalışmakla geçmişti, kaldıysa bir 25 yıl daha, o da kendim için
geçmeliydi. Devamı gelirse, o da piyango olurdu! O ilk 25 yılın alternatifi
yoktu ve geleceğe yatırımdı. İkinci 25’lik İş Bankası’nda ekonomist olarak,
saçma sapan ekonomisi olan bir ülke için, hiçbir zaman doğru olduğuna inanmadığım istatistik bilgileriyle makro ekonomik projeksiyonlar yapmak,
piyasa araştırmaları yazmak, kimsenin okumadığı ve daha yayınlandığı anda
eskimiş raporlar hazırlamak, uyduruk piyasa verileriyle piyasa analizleri
yapmak, ekonomiden anlamayan yöneticilere dert anlatmakla geçmişti.
| Önde Levent, arkada da gökdelenleriyle Maslak |
![]() |
| Bankada 28. kattaki odamdan Taksim'e doğru |
| Annem kahvaltıda keyif çayını içiyor. |
| Gümüşkaya manzarası |



