Friday, January 20, 2017

Milas

Gümüşkesen Anıtı








Milas, Bodrum’a yaklaşık 40 km mesafede, antik kalıntılarla dolu bir yer. Tarihi İÖ 7. Yüzyıla kadar uzanan Milas, ya da o zamanki ismiyle Mylasa, Karia’nın ilk başkentiydi. Bölgede Helen dili ve kültürü egemendi. Yönetimde Hekatomnit sülalesinden gelen kadın ve erkek bireyler söz sahibiydi. Pers işgaliyle birlikte Hekatomnidler de kenti birer Pers satrabı olarak yönetiyorlardı. İÖ 377-353 döneminde satraplık yapan Mausolus stratejik gerekçelerle başkenti Milas’tan Bodrum’a (Halikarnassus) taşımıştı.

Kent İÖ 40’larda Roma, 1300’lerde de Menteşe Beyliği yönetimine geçmiş. Milas sokaklarında bugün her üç dönemin uygarlıklarından kalan eserler var.

Bodrum’dan Milas’a gelirken ilk hedefimiz Milas Müzesi’ydi. Müzeye girdik, ama boştu. İçerideki görevli müzenin yeni bir binaya taşınacağını, o yüzden ziyarete kapatıldığını söyledi. Gerçi yıllar once gezmiştim ama olsun, tekrar görmek istiyordum. Yeni binaya ne zaman taşınacağı da meçhul! Biz de zaman kaybetmeden Gümüşkesen'e gitmek için eski Milas evlerinin ve çarşının içinden hafif yokuş bir yoldan Gümüşlük Mahallesi’ne doğru yürüdük.  Zaten Bodrum’dan yola çıkarken ilk görmek istediğim yer Gümüşkesen anıtıydı. Anıt Roma’nın Antoninler tarafından yönetildiği 2. yüzyılda, muhtemelen dönemin ünlü bir devlet adamı için mezar olarak yapılmış. Mimarisinde Bodrum’daki Mozolyum örnek alınmış. Anıtın alt tarafında mezar odası, ortada  dört tarafı sütunlarla çevrelenmiş ve tavanı oymalı bölüm, üstte de üçgen formda bir çatı var. Anıt, çatı kısmı biraz tahrip olsa da, bugüne kadar çok iyi korunmuş.  


Gümüşkesen'in tavan işlemeleri

Gümüşkesen'in yandan görünüşü

Gümüşkesen Anıtı'nın mezar odası






Gümüşkesen’den sonra tekrar müze tarafına geldik, müzenin yanındaki kahvede dinlenirken, yabancı olduğumuzu fark eden yaşlı bir Milaslı, bize Baltalı Kapı’yla Uzunyuva’yı da görmemiz gerektiğini söyledi, hatta kalktı yerinden, bize yolu tarif etti. Üstelik ikisi de müzenin çok yakınında, Hisarbaşı Mahallesi’nde. Teşekkür ettik, yürümeye başladık. Biz de bu iki kalıntıyı aramış ama bulamamıştık. Oysa çok yakınımızdaymış, ama Milas’ın her tarafından eski eser fışkırıyor ve kentte büyük bir restorasyon var. O yüzden restorasyon alanlarının etrafına yüksek yüksek paravanlar çekilmiş.

Baltalı Kapı
























Baltalı Kapı

















Baltalı Kapı kent duvarlarının parçası olarak inşa edilmiş bir sur kapısı. Kapı 1. yüzyıla tarihlenmiş. Kapı, dış tarafındaki kilit taşının üzerinde çift başlı balta (labrys) figürü taşıdığı için Baltalı Kapı olarak adlandırılıyor. Kentin doğusundaki dağlardan su getiren kemerlerin bu kapıya bağlandığı tahmin ediliyor. Bununla birlikte, kapının esas fonksiyonunun su kemeri amaçlı mı, sur kapısı mı, bir onur kapısı mı olduğu konusunda belirsizlikler varmış.

Baltalı Kapı

Baltalı Kapı'nın üzerindeki çift başlı balta  figürü






Son durağım Hisarbaşı Mahallesi’nde Uzunyuva. Uzunyuva Roma döneminde 1. yüzyılda Milas’ın halk önderi Menandros için yaptırılmış bir onur sütunu. Korint nizamında tek bir sütundan oluşuyor. Bugün üzerinde leylek yuvası olduğu için Uzunyuva olarak anılıyor. Birkaç yıl once sütun çevresinde defineciler tarafından kaçak kazılar yapılmış ve mezar odası bulunmuş, içindeki materyal çalınmış. Şimdi ise bölge koruma  altında ve kazı çalışmaları devam ediyor.

Uzunyuva ve leylekleri

Baca formlarıyla ünlü bir eski Milas evi

Milas’ta görülecek çok yer var ama zamanımız kısıtlıydı, hepsini göremedik. Turhan Selçuk Karikatür Müzesi hemen müzenin yakınında, biz gittiğimizde herhalde yemek molası için kapalıydı. Eski Milas evlerinin özel bir mimarisi var, özellikle baca yapıları değişik, görmeye değer. Menteşe Beyliği döneminde yapılan Beçin Kalesi Bodrum’dan gelirken Milas kavşağını dönmeden hemen sağda. Eski camiler, antik kalıntılar, Milas çıkışına doğru Labranda antik kenti… Daha görülecek çok şey var.

Thursday, August 25, 2016

Kışlık Domateslerinizi Yazdan Yapın


En sevdiğim sebze domates. Yazın günde 3-4 tane tüketiyorum. Bodrum’da tabii domates bulmak çok kolay. Lezzetli, sulu, kokulu mis gibi domatesler. Üstelik bir de pembe domates var ki, lezzeti bambaşka, tıpkı çocukluğumun domatesleri gibi. Ancak kışları hem Istanbul’da olduğum, hem de domates mevsimi bittiği için güzel domates bulamıyorum. Hale gelen domatesler Antalya ya da Silivri’de serada yetişmiş, kalın ve sert kabuklu lezzetsiz ürünler. O yüzden kışlık yemeklik domatesimi Bodrum’da Ağustos ayında konserve olarak hazırlıyorum.

Bir kasa ince kabuklu kıvrık domates


Yaz boyunca yediğim domatesler çok lezzetli. Domatesleri her hafta Yalıkavak pazarında Osman Bey’den alıyorum. Osman Bey Mumcular Köyü’ndeki tarlasında özenle yetiştirdiği domatesleri Salı günleri Yalıkavak pazarında, Cuma günleri Bodrum pazarında satıyor. İşini de çok seviyor. Pazarda karşılaşıp hatırını sorduğumda verdiği cevap hep aynı: "İyiyiz çok şükür Levent Bey, n’apalım işte, domateslerle sevişip sevişip duruyoruz...” Arkasından da sevimli kahkahasını atar!

Osman Bey pazara dört çeşit domates getirir: Yuvarlak domates, ince kabuklu kıvrık biçimli domates, pembe domates ve cherry domates. Pembe domates bence en lezzetlisi, ama konserve için ince kabuklu kıvrık biçimli domatesten alıyorum. Pembeye göre daha az sulu bir çeşit. Ağustos ortalarında yaz bitmeye yaklaşınca, sabah erkenden Yalıkavak pazarına gittim, ayaküstü sohbetten sonra bir kasa domates istedim. Osman Bey tarttı, “15 kilo geldi, fazla mı” dedi, “5 kilo daha ekleyelim”,  dedim, 20 kilo domatesi, oğlu Bozok arabaya kadar taşıdı.

Domatesleri ayıklayıp küp küp doğruyorum



Eve gelince domatesleri yıkadım, ayıkladım, doğradım, 4-5 kilosunu büyük bir tencereye koydum, üzerine 1 yemek kaşığı kaya tuzu ekledim, ocağı yaktım, yaklaşık 20 dakika kaynattım.


O arada Migros’tan aldığım cam kavanozları ve çıkardığım kapaklarını da kaynar suda beklettim. Ocakları kapattıktan sonra domatesleri sıcak kavanozlara doldurdum, kapaklarını sıkıca kapattım ve ters çevirerek soğumaya bıraktım.

Domates ve kavanoz kaynamada

Burada işin püf noktası özellikle kapakların kaynatıldıktan sonra kavanozların ters çevrilerek kapatılması. Çünkü kavanozların hava almaması gerekiyor. Sıcak kapak genleştiği için, sıkıca kapatıldıktan sonra soğuduğunda daha da sıkılaşıyor, ters çevrildiğinde de kavanoz vakumlanmış, böylece hava geçirgenliği ortadan kalkmış oluyor.

Kışlık taze domatesim

Sonra, domatesler bitinceye kadar kaynatma, doldurma, kapatma işine devam ettim.

Peki kışın ne yapıyorum? Yemeklere mis gibi domates koyuyorum, taze domatesden yapılmış gibi domates çorbası, menemen yapıyorum, Mumcular Köyü üreticisi arkadaşıma selam gönderiyorum!

Wednesday, August 3, 2016

Gümüşlük Klasik Müzik Festivali, 13

Simin Tander Quartet konseri öncesinde provalar... Suda Caz.


Gittiğim ilk büyük konser galiba Joan Baez’in Ankara’da Hipodrom’da Temmuz 1988’de verdiği konserdi. 500.000 kişinin katıldığı söylenmişti. O yıllarda Amerikan folk müziğini çok dinlerdim. Bob Dylan, Joan Baez, Joni Mitchell, Woody Guthrie, Peter Paul & Mary gibi... Gerçi esas aşkım İngiliz folk müziğiydi, ama onları radyoda pek çalmazlardı. Sonra kaçırmak istemediğim başka konserler oldu. Ama çoğu Istanbul’daydı. O yüzden, zaman zaman, akşam işten çıktıktan sonra apar topar otobüsle Istanbul’a gidip, konser izlediğim ve aynı gece Ankara’ya döndüğüm günler oldu. Jethro Tull, Jimmy Page & Robert Plant bunlardandır. 1999’da Istanbul’a taşınınca ise ilgimi çeken hiçbir konseri kaçırmamaya çalıştım. Ama Istanbul’da o kadar çok konser oluyordu ki, şımarıklık olmalı, seçici olmaya başlamıştım. Istanbul için boşuna denmemiş, dünya şehri diye. Leonard Cohen, Fairport Convention, Bob Dylan, Uriah Heep, Roger Waters, Eric Clapton & Steve Winwood, Nick Cave, Carl Palmer, Marianne Faithfull, Marcus Miller son büyük konserlerimden birkaçıydı. 2010'larda ise araya bir boşluk girdi, Artık hem görmek istediğim birçok şarkıcı ve grubu görmüştüm, hem de müzik piyasasındaki çöküş yüzünden ilgimi çeken fazla birşey kalmamıştı. 2007'de emekli olup yazlarımı Bodrum'da geçirmeye başladım.

Kumda Gitar. Sysyphos Pansiyon Yanı



Bodrum'da da Gümüşlük Klasik Müzik Festivali imdadıma yetişti. Konserleri izlemek için ne ulaşım, ne bilet fiyatı sorunu vardı. Üstelik konser mekanları da çok sevimliydi. Gümüşlük Festivali ilk yıllarda Gümüşlük’teki rum katolik kilisesi Eklisia’da yapılıyordu. Daha sonra Antik Myndos Taş Ocağı’na geçildi, ki burası Bodrum Satrabı Mausolos'un anıt mezarı Mauseleum'un yapımında kullanılan taşların çıkarıldığı ocak. Taş Ocağı'nın benim için özelliği de evimin yüz metre aşağısında olması. Bu yıl ise festivalin 13. yılı ve Taş Ocağı’na Gümüşlük sahili de eklendi, iskeleye inince sol uçtaki Sysyphos Pansiyon'un yanındaki kumsal. Konserler üç başlık altında düzenlendi: Sahilin hemen önünde "Suda Caz", aynı sahilin yan tarafında kumlar üzerinde "Kumda Gitar" ve Taş Ocağı'nda "Taşta Klasik". Son yıllarda modern caz ve etnik müziğe ilgim de arttığı için konser programı da ilgimi çekiyor. Bu yılki festivalde gittiğim ilk konser Antik Myndos Taş Ocağı’nda Gülsin Onay’ın açılış konseriydi. Harika bir programdı ve encore’da, beklediğim gibi bir Chopin noktürnü dinledik.

Simin Tander



12 Temmuz’da Simin Tander Quartet konserine gittim. Simin Afgan baba ve Alman anneden bir müzisyen, grubu ise Norveçlilerden oluşuyordu.  Simin'e piyanoda Jeroen van Vliet, basda Cord Heineking, davulda Etienne Nillesen eşlik etti. Bolca doğu ezgilerinin de yer aldığı kuzey esintili caz dinledik. Nick Drake’den yaptığı “River Man” yorumu da harikaydı. Nick Drake ne büyük müzisyenmiş, aramızdan ayrılalı onyıllar oldu, hala onun şarkıları söyleniyor. Konser atmosferi de çok güzeldi. Gün batıyordu, sahilde kurulan sahnenin arkası turuncu-mavi bir gökyüzüydü. Arada dalgaların hışırtısı geliyordu. Biz ise hava mis gibi kokarken kumsalda oturmuş, sağımızdan solumuzdan geçen köpeklere aldırmadan mükemmel bir caz konseri izliyorduk.

Simin Tander Quartet
Güney Afrikalı gitarist Derek Gripper’ın konserini ne yazık ki kaçırdım, ama en azından Gripper’ı daha önce Taş Ocağı’nda Carlo Domeniconi’yle birlikte izlemiş olmam teselli oldu. Ayrıca 26 Ağustosta, Kumda Gitar konserlerine katılan girarcılar bu kez Taşta Gitar Final Konseri’nde buluşacaklar. ‘24 Temmuz’da, merakla beklediğim İranlı ikili Naqsh Duo’nun konseri vardı ama iptal edildi. Oysa İran müziğini severim ve biletimi haftalar öncesinden almıştım. Ama onun da bir tesellisi oldu, yerine Erkan Oğur & Cenk Erdoğan konmuş. Bu da çok güzel bir konser oldu. Konser başlarken Erkan kısa bir konuşma yaptı. “Gümüşlük’te olmak bizim için bir terapi, burada olmaktan mutluyuz... Burada evde çalar gibi çalacağız. İsteyen bize katılabilir, isteyen katılmayabilir... Müzik her yerde, burada, orada denizde, ya da sessizlikte...” Hoş bir konuşmaydı.  Erkan Oğur bir virtüöz. O, klasik gitar, perdesiz gitar ve double-neck gitar, Cenk ise perdesiz bas çaldı. Çokluk kendi kompozisyonlarını seslendirdiler, son iki çalışma ise Yunus’tan ve Pir Sultan Abdal’dan anonim birer türküydü. Programın sonlarına doğru Erkan, birkaç gün önce konser veren Marek Pasieczny’yi sahneye çağırdı, o da ikiliye eşlik etti. Konser biraz geç başladı, bir saat kadar sürdü ve çok güzel geçti. Çıkışta Gümüşlük sahilinde dalgaların hışırtısını dinleyerek yürümek de başka bir keyifti!

Erkan Oğur ve Cenk Erdoğan Kumda Caz'da


Marek Pasieczny, Erkan Oğur ve Cenk Erdoğan


26 Temmuz’da Kumda Gitar Final Konseri vardı, ama Taş’ta yapıldı. Konseri Polonyalı Marek Pasieczny açtı, arkasından Ayşegül Koca Carlo Domeniconi’nin “Koyunbaba”sını seslendirdi, sonra da Cenk Erdoğan ve Derek Gripper çaldı.
Ayşegül Koca "Koyunbaba"yı yorumlarken


Marek Pasieczny

Derek Gripper ve Cenk Erdoğan





Muğla Belediyesi’nin bir caz orkestrası varmış. 1 Ağustos’ta Taş Ocağı’nda Ege türkülerini seslendirdiler, ki ona gidemedim, ertesi gün de Gümüşlük iskelesinde caz ve blues konseri verdiler. Bir zamanlar Batman’da da bir orkestra vardı, 70’li yılları yaşayanlar bilir, Batman TPAO Orkestrası. Vokalde İlhan Telli vardı. Birçok şarkıları radyolarda çalar, Hey Dergisi’nin listelerine girerdi, hatta “Noble Dame”in bir Türkçe cover’ını yapmışlardı. Sonra Batman ne hale geldi, memleket ne hale geldi. 

Muğla Büyükşehir Belediyesi Caz Orkestrası, Suda Caz

O yüzden Muğla Belediyesi’nin bir orkestra kurup desteklemesi aslında gayet normal birşey olsa da,  ender görülen girişim olduğu için mutluluk verici. Çok da güzel yorumladılar şarkıları. Ray Charles’dan, B.B.King’den, Sting’den, Muddy Waters’dan, Steive Wonder’dan klasikler çaldılar. Dokuz kişilik bir orkestraydı, saksafon, trompet, Hammond soloları da gayet iyiydi. Konserin tek kötü tarafı “halk” konseri, yani ücretsiz olmasıydı. Ne yazık ki, bedava birşey olunca ilgili ilgisiz birsürü insan işin peşine takılır ya, hele bir de konser Gümüşlük’te olunca... Bir baktım konser başladı, millet hala sohbete devam ediyor, resimler çekilip Instagram’a konuyor, mesajlar atılıyor, kahkahalar, selamlaşmalar, bir gürültü, bir gürültü... Çünkü Istanbul’a dönüşte herkese, ben Gümüşlük’te caz konserlerine gittim, diye hava atılacak... Konser bahane, Instagram, Facebook paylaşımları belge! Neyse, en azından arkamdaki sırada oturan aptal suratlı tipler uyarımdan sonra seslerini kestiler. Yoksa konseri izlemenin bir anlamı kalmayacaktı, kalkıp gidecektim. Paralı konserlerde bu rezillik olmuyor işte,  çünkü oraya müziği dinlemek isteyen geliyor. 


Jazz Cafe'de Akustik Bi Şeyler'in Afişi
Konser sonrasında da arkadaşımla, sahilde oturup bir içki içelim, dedik. Gümüşlük'ün en sevdiğim yerlerinden biri Jazz Cafe. Kumsalda bir masaya oturduk, şaraplarımızı söyledik, sonra baktık, orada da bir konser var: Akustik Bi Şeyler isimli bir grup. Vokal ve ıslıkda Goncagül Alankaya, gitarda Cevdet Alanbay, bateride Ayberk Garagon çaldılar. Gonca'nın çok yumuşak, tatlı bir sesi var. Açılış Pink Floyd'un "Wish You Were Here" şarkısıyla oldu, arkasından Beatles'dan "Michelle"i çaldılar. Türkçe, İngilizce karışık bir set-list yapmışlar. Cem Karaca'dan da iki şarkı söylediler. Güzel de söylediler. Hatta "Tamirci Çırağı"nda "işçisin sen işçi kal" nakaratında herkes coştu, ben de sol yumruğumu kaldırarak tempo tuttum, ki o sırada arkadaşım da bana bakıp "bu da ne" dercesine gülüyordu. Ama artık o kadar olacak. Ne de olsa 78 kuşağındanım, serde devrimcilik var. Seçtikleri şarkılar farklı ekollerde olsa da, tümünü kendi tarzlarıyla tatlı tatlı söylediler. Akustik bir konserdi. Saat 12'yi geçmişti. "Imagine"la konser bitti. Keşke gene gelseler. Gümüşlük'ün Bodrum'un diğer yerlerinden farkı biraz da bu galiba. Çevresiyle, etkinlikleriyle daha sevimli geliyor. Bazan sahilde bir yerler kapanıyor, yerine yenisi açılıyor, ama genellikle güzel yerler oluyor. Gerçi bu yıl Istanbul üst gelir düzeyinin zincir lokantalarından biri, Kassab, sahilde koca bir yeri almış, dükkanı kurmuş, gayet de sevimsiz olmuş ve Gümüşlük'e hiç yakışmamış. E Gümüşlük balıkçı köyü, bonfileyi bifteki burada kim ister! Ama umarım hatadan dönerler. Zaten ne zaman önünden geçtiysem masalar bomboş.

Kristin Asbjornsen

Kristin Asbornsen & Olav Torget

Olav Torget



Festivalde gideceğim son konser 9 Ağustos'taki Norveçli Kristin Asbjornsen'di. Kristin'e gitarda Olav Torget eşlik ediyordu. Son yıllarda katıldığım en sevdiğim konserlerden biri oldu. Bu konser de festivalin "Suda Caz" bölümünden ve Gümüşlük sahilinde, kalabalıktan uzak, ıssız, sakin bir kumsalda yapıldı. İlk şarkı "It's Been a Long Long Journey, Love" harika bir baladdı, Olav'ın gitarı da çok güzeldi. Kristin daha çok son albümü "I'll Meet You in the Morning"den, Afro-Amerikan spiritüellerinden çalışmalarını söyledi. Kristin'in konserleri Avrupa'da olunca, youtube kayıtlarından görüyorum, çok kalabalık oluyor, ama nedense Gümüşlük konserinde mekanın küçük olmasına rağmen boş sandalyeler vardı. Herhalde hem tanıtım yetersizliği, hem de tatilci rehavetinden olmalı. Ama, neyse işte, katılımın az olması belki de daha iyi oldu, sakin sakin bir konser izledik. Encore'a sıra gelince "Slow Down" diye bağırdım ama ya duyuramadım, ya da son şarkılarını söylemek istediği için duymazdan geldi, söylemedi. Konser sonunda son CD'sini imzalattım, Çiğdem resimlerimizi çekti. Keşke Norveç cazını Türkiye'de daha çok dinleyebilsek. Harika müzik yapıyorlar. Üstelik Norveç'in yarısı müzisyen olmalı ki, o kadar çok isim çıkarabilmişler. Bu yılki festival bugün Gülsin Onay'ın Taş Ocağı konseriyle bitiyor. Festival organizasyonu dar bütçe ve kadroyla gayet güzel iş çıkarıyor. Eminim seneye daha da güzel olacak.


Wednesday, February 17, 2016

Sadun Boro ve Kısmet


Kısmet
Denizcilikle, teknecilikle doğrudan ilgim olmadı (keşke olabilseydi), ama denizi sevmemde en büyük etkenlerden biri Sadun ve Oda Boro’nun Kısmet isimli yelkenlileriyle 22 Ağustos 1965’de başlayıp, 15 Haziran 1968’de bitirdikleri dünya turuydu. Geinin rotası İstanbul,  Cebelitarık, Kanarya Adaları, Barbados, Karayip Adaları, Panama Kanalı, Galapagos Adaları, Markiz Adaları, Tuamotu Adaları, Tahiti ve Rüzgâraltı Adaları, Tonga Adaları, Fiji Adaları, Yeni Hebrid Adaları, Yeni Gine, Torres Boğazı, Timor Adası, Endonezya, Singapur, Bengal Koyu, Seylan, Arap Denizi, Kızıldeniz, İsrail ve İstanbul idi. Sadun Boro’nun gezi yazıları Hürriyet Gazetesi’nde yayınlanırdı. Yazılar düzenlilik göstermiyordu. Çünkü o zamanlar internet yok, hızlı haberleşme olanakları yok. Borolar, bir kara parçasına ayak bastıkları zaman, teknedeyken ya da bulundukları yerde yazdıkları yazıları ve fotografları topluca bir postaneye ya da posta kutusuna  bırakıyor, Hürriyet de bu yazıları ancak eline ulaştığı zaman parça parça yayınlıyordu. Ben de hergün gazeteyi elime alır almaz, acaba Sadun Boro’dan yeni bir yazı var mı diye heyecanla sayfaları karıştırıyordum. Boro’nun yazılarında beni çeken şeyler, hem denizde fırtınalar, karaya oturma tehlikeleri, dev dalgalar, korsanlarla mücadele gibi konularla macera niteliği taşıması, hem de hiç tanımadığım topraklarda insanların nasıl yaşadıklarını, oraların doğal güzelliklerini anlatmasıydı.

Kısmet'in dümeni

Sadun ve Oda Boro 1977-79 yıllarında, bu kez kızları Deniz’i de yanlarına alarak, bir Atlantik turuna çıkmışlardı. Daha sonra her iki geziye ilişkin yazılar “Pupa Yelken” ve “Yeni Dünya’ya Fora Yelken” isimli iki kitapta yayınlandı.

Kısmet ahşap payandalar üzerinde gene dik duruyor.
Boro’lar son yıllarında Bodrum’a yerleşmiş, yeni bir tekne almış ve Kısmet’i de “emekli” ederek, sergilenmek üzere Rahmi Koç Müzesi’ne bağışlamışlardı.

Kısmet’in maceralarını Hürriyet’ten okumaya başladığımda henüz dokuz-on yaşlarındaydım ve her yazıyı heyecanla, hayretle karşılardım. Seneler sonra Kısmet’i Koç Müzesi’nde ziyaret ettiğim zaman ise şaşkınlığım daha da arttı! Demek ikibuçuk yıl boyunca atlatılan fırtınalar, dalgalarla boğuşmalar, okyanusun ortasında karşılaşılan arızalar, kocaman yük gemileriyle atlatılan çarpışma tehlikeleri, hepsi topu topu bu küçücük, 10,5 metrelik tekne ileymiş! Demek bu küçücük teknede, hem de denizin ortasında, koskoca bir ikibuçuk yıl yaşanabilmiş! Kısmet’i müzede görünce gerçekten hayret ettim. Boyunun sadece 10,5 metre olması yetmiyormuş gibi, kamara alanını da dikkate alınca, tekne üzerinde hareket alanı gerçekten çok az ve böyle bir teknede iki kişinin bu kadar uzun bir süre, üstelik bir de gezi sırasında edindikleri kedileri Miço’ya göz kulak olarak sıkılmadan yaşayabilmeleri kolay değil.

"Kısmet Mavisi"







Kısmet'in pervanesi








Kısmet'in kıç tarafı

Kısmet'in güvertesi ve kamarası




Kısmet Rahmi Koç Müzesi'nde dinleniyor.
Kısmet Rahmi Koç Müzesi’ne getirilince önce Koç Tersanesi’nde bakıma alınmış, boyaları, cilaları yenilenmiş, pervaneleri pırıl pırıl parlatılmış, neredeyse yepyeni yapılmış. Kısmet’in denizlerdeki serüveninin sadece bir okuyucusu olsam, güvertesine hiç çıkmasam da, onu denizde değil, sergi alanında, taş zemin üzerinde, payandalarla ayakta duran bir şekilde görmek bir bakıma hayal kırıklığı yarattı bende. Ama çaresi yok. Kısmet 1963 yapımı bir yelkenli. Bugün, 2016’da, 53 yaşında ve artık açık denizlere açılamayacak bir durumda. O yüzden de, çürümeye bırakılmaktansa, müzede, üstelik bakımlı şekilde gördüğüme çok sevindim. Ne yazık ki, Sadun Boro'yu geçen yıl kaybettik. Bir tekstil firmasında yüksek gelirli bir mühendisken, deniz aşkı yüzünden işini bırakıp okyanuslara açılmaya, dünyayı, başka coğrafyaları, başka insanları, bitkileri, hayvanları, başka yaşamları tanımaya adamıştı kendine. 

Friday, February 12, 2016

Ege'de Müzik: Carlo Domeniconi ve "Koyunbaba"

Carlo Domeniconi ve "Koyunbaba"nın Nota Kitabı (Kaynak: Kendi web sayfası)
Gümüşlük’te Gümüşkaya Sitesi'nde yaşıyorum. Sitenin aşağı taraflarında, sahile inerken, Koyunbaba’nın bir mezarı var ve insanlar orayı, türbe misali, ziyaret edip, mezar çevresindeki demir parmaklıklara çaput parçaları bağlıyor, dua ediyor, dilek diliyorlar. Bu görüntüyle çelişkili görünse de, on metre aşağıda da bikinili, mayolu insanlar denize giriyor, güneşleniyor, sohbet ediyorlar!

Koyunbaba'nın Gümüşkaya'daki mezarı
Ama Carlo Domeniconi’nin “Koyunbaba” eserini öğrendikten sonra, o dinsel ritüelleri farklı görmeye başladım! Bir İtalyan müzisyenin, Domeniconi’nin Koyunbaba’yla ne ilgisi var! Gümüşlük Klasik Müzik Festivali’ni, Gümüşkaya Antik Taş Ocağı’nda yapılmaya başlayınca daha fazla izlemeye başladım. Ne de olsa, hergün denize indiğim, kenarına arabamı park ettiğim, evimden topu topu iki dakikalık yer. Cengiz, kardeşim, bir gün bana “Festival organizasyonuna Carlo Domeniconi’yi davet ettirsek ya... Adamın en ünlü eseri Koyunbaba, üstelik hem çok bilinir, hem de çok güzel”, dedi, sonra ikimiz de festival komitesinin facebook sayfasına yazdık, beklemeye başladık. Domeniconi’nin davet edilmesi muhtemelen onların da gündemindeydi ki, hemen o yılki festivale geldi ve “Koyunbaba”yı seslendirdi.

Konserden önce dağıtılan iki sayfalık yazıya göre kısaca aktarıyorum: Carlo Türkiye’ye, Istanbul’da konservatuvarda öğretmenlik yapmak üzere 1977’de gelmiş, üç yıl kalmış, o arada bir konser vermek üzere Almanya’ya gitmiş, ama oradayken bir konser teklifi daha alıp onu da değerlendirince, haberleşme olanakları kısıtlı olduğu için, gecikeceğini haber vermek üzere Türkiye’ye telefon açamamış, Istanbul’a dönüşünde ise geciktiği için konservatuvardan atılmış!

Olsun, Carlo Türkiye’de kaldığı sürede çok gezmiş, Anadolu’dan ve Istanbul’dan çok etkilenmiş ve birçok eser yazmış. Istanbul’da yazdığı “Orta Şekerli Gitar Konçertosu”, “Variations on an Anatolian Folk Song (based on “Dostum”)”, “Concerto for Saz, Guitar and Orchestra (Berlinbul)” bunlardan bazıları. Zaten Carlo’nun esin kaynakları İtalya veya Akdeniz’le sınırlı değil, Uzakdoğu ve Güney Amerika seyahatlerinde de, yerel motiflerle çeşitli eserler yaratmış.

Carlo Domeniconi Myndos Antik Taş Ocağı'nda konserde (2013)
Carlo konservatuvar yıllarında Bodrum’a da gelmiş, Gümüşlük’te kalmış ve Yalıkavak ile Gümüşlük arasındaki Koyunbaba bölgesinin "enerjisi" onun için esin kaynağı olmuş. Burada enerjiden söz edince Koyunbaba hikayesine girmek gerekiyor: Koyunbaba, aslında Koyunlu Baba isimli, 1300’lerde yaşayan bir çoban. Hacı Bektaş’ın öğrencilerinden olduğu söyleniyor. Öldüğü zaman deniz kenarında bir yere defnedilmiş. Hikayeye göre, çocuğu olmayan bir kadın bir gün deniz kenarında, kucağına bir taş almış, Koyunbaba’nın mezarına gelip çocuğu olsun diye günlerce dua etmiş. Bir süre sonra da duaları kabul edilmiş ve kucağındaki taş canlanmış, kadıncağızın nur topu gibi bir bebeği olmuş! O günden sonra çocuk isteyen kadınlar, Koyunbaba’nın hikmetine inanıp, mezarını ziyaret etmeye başlamışlar. Carlo Domeniconi’ye esin kaynağı olan da, Koyunbaba’nın ve bölgenin enerjisi. Böylece ortaya çok güzel bir eser çıkmış.

Ben "Koyunbaba"yı 16 Ağıstos 2013'te Gümüşlük Uluslararası Klasik Müzik Festivali'nde dinledim. Carlo Domeniconi'den, eserin doğduğu yerde, Gümüşlük kıyılarında, dalga sesleri arasında... Çok keyifli bir konserdi..

Saturday, December 5, 2015

Karakaya Köyü


Karakaya Köyü
Bodrum’da gezecek o kadar çok yer var ki. Karakaya köyünü hep duyardım ama gidememiştim. Bir gün emekli olduktan sonra Gümüşlük’e yerleşen dayıcığıma sormuştum, demişti ki, “evlat, orası Gümüşlük’ün arkasında dağın eteğinde eski Rum evlerinin olduğu bir köy. Şimdi hep İngilizler alıp restore ediyor, ama oturulacak yer değil. Akrep, yılan kaynıyor!”

Ben de annemi biraz gezdireyim, dedim, bindik arabaya, Gümüşlük’ün çıkışına yakın, sola sapan yola girip 5-6 km sonra Eski Karakaya’ya ulaştık. Eski Karakaya diyorum, çünkü yapılaşmalar yüzünden, daha o eski Rum köyüne gelmeden kiometrelerce önce, çoğu taş evlerden oluşmuş bir Yeni Karakaya kurulmuş.

Karakaya'nın kübik taş evleri
Eski Karakaya’nın girişine girince mecburen arabayı yol kenarına çektim, çünkü park yeri de yok, köye arabayla giriş imkanı da. Yolun sonu! Buradan köyün içine giriş iki tarafı makilerle, zeytin ağaçlarıyla kaplı bir patikadan sağlanıyor. Uzaktan bakınca dağın eteklerinde, zeytin ağaçlarının arasına serpiştirilmiş, göz alıcı bir mimarisi olan kübik taş evler görülüyor. Bir tarihi miras ve SİT alanı olmasına rağmen ne yazık ki köy hakkında resmi otoritelerce hazırlanmış bir bilgi kaynağına ulaşamadım, ama internetten edindiğim bilgilere göre Karakaya 800 yıllık bir köy. Avram Galanti Bodrumlu'nun "Bodrum Tarihi" kitabındaki bilgilere göre, 1891 yılı itibariyle Karakaya'da 62 ev , 396 nüfus varmış. Bugün de fotograflardan görüldüğü gibi, 50-60 kadar ev var. Bunların birçoğu restore edilmiş, kalanların da restorasyonu yapılacakmış.

Peksimet Dağı'nın eteklerindeki Karakaya'ya girilen patika

Gene internet bilgilerine göre, Karakaya Köyü korsan saldırılarından korunmak üzere, kıyıdan uzak ve korunaklı bir yer olan Peksimet Dağı’nın eteklerine kurulmuş. Evlerin bahçelerinde bol bol begonvil ve regarenk çiçekler görülüyor. Uzaktan bakınca köyün manzarası çok güzel. Köyden Gümüşlük manzarası da harika. Yeşillikler, mavilikler, Ege adaları... Harika bir resim. Ama gerçekten evler, dağın eteklerine sarp kayalıkların arasına serpiştirilmişler, o yüzden, benim için yerleşilmesi, yaşanması zor bir yer.


Tuesday, September 22, 2015

Eylül'de Deniz


Bodrum’da genellikle Ağustos sonlarında sert rüzgarlar eser, bir hafta kadar sürer, zaten günler kısalmaya, sabah ve akşamlar serinlemeye başlar, rüzgar yüzünden deniz dalgalı olur, dipteki kumlar denizi bulanıklaştırır, tatilciler de sezon bitti diye ayrılmaya hazırlanırlar. Ama sabredip kalanları Eylül’de dalgasız, pırıl pırıl, “çarşaf gibi”, masmavi bir deniz karşılar. Sıcaklığı iki-üç derece düşse de üşütmez, hatta vücudu daha zinde, yüzmeyi daha keyifli yapar. Üstelik yatların da çoğu demir alıp marinalara dönmüş, ya da başka denizlere açılmıştır. Sahillerdeki kafeler barlar sakinleşmiş, orda burda çalınan müzikler kesilmiş, kalabalık kaybolmuştur. Hava sabahları puslu olduğundan deniz açık mavi bir renge bürünmüştür. Etrafta “çıt” yoktur. İşte Bodrum’da denizden en keyif aldığım günler böyle Eylül günleridir.

Gümüşlük açıklarında bir yelkenli rüzgar bekliyor





Sabahları deniz açık mavi oluyor. Sessiz, sakin..



Küçük Kremit Adası







Gümüşkaya sahili bomboş



Gümüşlük'ten Yalıkavak'a doğru







Denize giden yollardan biri

Yukarıdaki yoldan önce buraya...


... sonra buraya çıkılıyor

Bu da Gümüşlük Yalı'da denizin öğle saatlerindeki görüntüsü


Gümüşlük'te Tavşan Adası'na giden Kral Yolu. Ama adaya gitmek için sakın Kral Yolu'nu kullanmayın. Çok kaygan ve deniz kestanesi dolu. Aniden düşüp ayağınızı kırabilirsiniz. Ben iki defa düştüm, sonra az ilerdeki balıkçı seslendi, "O yol tekin değil, gel buradan yürü. Kendini kral zannettin galiba!" dedi. Öyle yaptım. Hemen sağ tarafta daha sığ, daha düzgün bir geçit var, o yolu kulandım.




Ha, tabii ki bu hep böyle sürmez. Eylül sonuna doğru hava da deniz de soğumaya başlar, yavaş yavaş ilk yağmurlar düşer, rüzgarlar eser... Ama olsun. Bodrum’da Eylül, denizin en güzel zamanıdır.